Bir kasaba… Haritalarda yeri yok. Ne sınırları belli, ne adı... Bu kasabada garip bir düzen kurulu… Gündüz herkes normal, sıradan görünür… Herkes herkesle selamlaşır, çay, kahve içer, gazete okur, siyaset vesaire konuşur… Ama gece çöker çökmez, herkes lambasını söndürür, torbasını sırtlar, maymuncuğunu kuşanır ve feneriyle birlikte sokağa çıkar... İşleri birbirlerinin evini soymak… Yani hırsızlık yapmak… Yani, tüm kasaba sakinleri hırsız. Ancak bu hırsızlığın içinde sadece mal mülk çalmak yok. Huzuru, mahremiyeti, güveni ve bazen de umudu çalmak bile var işin içinde…
Kasabada kimse kimseyi şikâyet etmez. Çünkü herkes suç ortağı… Hırsızlık; adeta kasabanın toplumsal sözleşmesi haline gelmiş. Ve bu sözleşme, kanunların değil, görgülerin, suskunluğun ve ortak menfaatlerin eseri olmuş.
***
Derken günün birinde, kasabaya “hiç bu taraklarda bezi olmayan” genç bir öğretmen çıka gelir… Ne torbası ne feneri ne de maymuncuğu vardır… Akşamları lambasını yakıp evinde oturur, kitap okur…
Bir gün, iki gün, üç gün…Derken; lambası yandığı için “gece çalışan” kasabalılar, evine girmeye cesaret edemez. Hal böyle olunca; homurdanmalar başlar…Kapısına işaret koyup camlarını taşlarlar… Genç öğretmen; asayişi bozmak ve düzeni tehdit etmekle suçlanır… Ve sonuçta genç öğretmen, kasaba meclisinde toplantıya çağrılır… O’na derler ki;
“Bak arkadaş ! Senin geceleri evde lambanı yakıp oturma hakkın var da bizim de geceleri çalışma hakkımız var. Hele sen akşamları şu evini biraz terk et. Çık, bir iki tur at sonra eve dön!”
Öğretmen çaresiz ! Kasaba meclisi karar almış… Yapacak bir şey yok…Ve akşamları lambasını söndürüp sokağa çıkmaya başlar… Ancak her eve dönüşünde görür ki bir eşyası eksik…
***
Gel zaman git zaman… Hırsızlıktan palazlanan kimi kasabalıların, “ahlak değer yargıları” farklılaşır… Derler ki; “Yahu bu hırsızlık iyi bir şey değil bunu önlemek lazım” Ve bir güvenlik örgütü kurarlar… Kurarlar ama; onlar da hırsız olduğu için durum değişmez… Sistem aynen yürümeye devam eder…
Ve nihayetinde, hırsızlıktan iyice zengin olanlar isyan bayrağını açar; “Bu ne kepazeliktir? Bu ne ahlaksızlıktır ! Bu kasabada artık yaşanmaz” deyip, şehri terkederler…
Geride kalanlar ise artık evlerinde soyup alabilecekleri herhangi bir şey kalmadığı için açlığa ve sefalete mahkum hale gelirler…
***
Günün sonunda genç öğretmen, başı iki elinin arasında kendi kendine şu soruları sıralar;
“Peki, kim kimi soydu bu kasabada?
Ben kimsenin evine girmedim diye mi suçluydum?
Yoksa onlara benzemediğim için mi tehlikeydim?”
Ve sokak lambaları ilk defa yanar o kasabada…
İşte böyle…Biraz Franz Kafka, biraz İtalo Calvino ve biraz da Nasreddin Hoca öykünmesi… Bir alegori…Kıssadan hisse… Her ne kadar sürç-ü lisan ettiysem af ola !