Buharlı trenlere çok büyük bir ilgim vardı. Ayda birkaç kez anneme ses etmeden evden çıkar, yaklaşık üç yüz metre ilerideki tarihi Kemer İstasyonu'na giderdim. Yine altımda kısa pantolon, ayaklarımda tokyo terlik, sırtımda annemin ağabeylerimin gömleklerinden küçültüp diktiği tiril tiril bir gömlek. Sessizce gişeye yaklaşır sıramı bekler, gidiş dönüş bir öğrenci bileti alırdım. Yeşil renkli karton biletin bir tarafında gidiş, diğer tarafında dönüş yazardı. Ahşap banka oturur trenin gelmesini beklerdim.
Çocukluğumda pek usluydum, mahalleden dışarı adım atmazdım. Tepecik’te doğup büyüdüm. O yıllarda pek güzel komşuluk ilişkileri vardı. Boşnak, Arnavut, İştipli ve Selanikli birçok Balkan Muhaciri’nin yaşamını sürdürdüğü bir semtti Tepecik. Komşular; teyze, amca, anne ve baba yarısıydı adeta. Zeytinlik, Boğaziçi, Toros, Kemer, Hilal, Gürçeşme, Gültepe ve Yenidoğan mahalleriyle komşu bir semtti Tepecik. 1960 - 1970 yılları arasında tam bir ‘Perihan Abla’ dizisindeki gibi geçerdi yaşam. Tek katlı evler, kırmızı kiremitli çatılar, çatı ve pencerelerden uzanan soba borularından yükselen dumanlar... İsler kimsenin üstüne bulaşmasın diye soba borularının dirseklerine konulan konserve kutuları... Ahşap kepenkli, tokmaklı kapılar... Komşuya odun kömür gelince birlikte taşımalar, karşılığında demli çay ve poğaça yemeler... Açıkhava sinemalarında fink atmalar, Orhan Gencebay'dan şarkılar...
Bu mahalleden iki dizi beş de film senaryosu çıkardı
Alman Kulesi'nde saklambaçlar. Zevk Sineması'nda yabancı filmler, ‘İyi - Kötü ve Çirkin’ Lee Van Cleef'li filmler. Savaşan Sineması'na gidersen, Cüneytli, Ediz Hunlu duygulu, bol gözyaşlı filmler. Yaz aylarında mahalle fırınında boyozlu akşamlar. Sokak aralarında bisiklet turları, sevgiliye göz kırpmalar, romantik aşklar. "Teyze, annem gönderdi, bir fincan kahve istiyor"lu yıllar. Hıdırellez'in doyulmaz tadı, mahalleler arasında ateş yakma yarışması ve göğe yükselen dumanlar. Teksas Tommiks ve Ten Ten dergi takasları, çikletten çıkan sporcular, İnci Sakızı, Madlen Çikolata, İşçiler Caddesi girişindeki kokoreççi amca. Nazmi'nin kahvesinin önünde tulumba tatlıcısı Sadi Amca, aşureci polis emeklisi Ali Amca, İzmir sandviçinin kralını yapan Apo Yaşar... Hızlılar... Motorsiklet sevdası, plaktan kasete geçiş, tektekçi meyhaneler, ardı ardına açılan birahaneler... 1144 Sokak köşesinde Ömüriş Turşuları... Meyhaneci Faik, Köfteci Ferit, sağcılar İsmet Uç'un kahvesine, solcular Nazmi Şenhelvacılar'ın kahvesine, kundura alacaksan Özcan Kundura. Et işinde Gültekin Kasap, Manav Sadi Amca, Kırtasiyeci Hüseyin Amca, Yoğurtçu Sadi... Çorbacı Ali (Pehlivanoğlu), Berber İlhan, Şoför Hakkı Ağabey, Fırıncı Muhittin, Eczacı Zahit ve Günay, Samancı İhsan, Gazete Bayii Necati, Foto Gül Selahattin, Foto Sedat, Figora Kuaför (Refik) Pastaneci Muammer Yöngül, Efes Eczanesi Ali Bey ve eşi, Kedi Besler Muazzez Hanım, Gazete Bayii İbrahim, Sandviççi Erol Abi, Gazeteci Alaattin, Ayakkabıcı Rio, Berber Cico, Mobilyacı Cavit Fayan, Cevdet Bakkal, Cenaze Levazımatçısı Mehmet Selek, Susamcı Hayati, Eşrefpaşa Hastanesi ve son durak belediyenin gasilhanesi. Renkliliği, çeşitliliği ve ahengi düşünebiliyor musunuz?
Yaşam renkliydi ama televizyonlar da
Sonra ne oldu? İlk renkli yayına geçen televizyonlarla, dizi izlemek için hızlanan komşuluk ilişkileri... Kökler... Dallas... Ve sohbetlerin sona erdiği dönemin ardından, apartman sevdası bu güzelim semtin kimliğini ve kişiliğini değiştirdi. Evini Roman kardeşlere satanların bir bölümü Hatay semtine, bir bölümü de Karşıyaka ve Bornova'ya akın ettiler, semti terk edip gittiler... Semtin yapısı son 15 yıl içinde tamamen değişti ve sadece Romanların yaşadığı bir semt kimliğine büründü... İşiyle, aşıyla, emeğiyle geçinen ve ekmek mücadelesi veren Roman kardeşlerim bir yana; yasa dışı işleri tercih eden Romanlar bir yana. İlkokulda ve ortaokulda sıra arkadaşlarım hep Roman çocukları oldu. Onlarla ilişkilerim hep sağlıklı ve keyifli yürümüştür. Hala görüşürüm İZSU emeklisi İsmail’le. Evlerine girip çıktım, yemeklerini yedim, sularını içtim. Ama Tepecik artık Perihan Abla'nın dizisindeki gibi bir semt değil.
Buharlı tren sevdam
Yazımın başlığında da söz ettim, uslu bir çocukluk dönemi geçirdim. Ama pek kimse bilmezdi; buharlı trenlere çok büyük bir ilgim vardı. Ayda birkaç kez anneme ses etmeden evden çıkar, yaklaşık üç yüz metre ilerideki tarihi Kemer İstasyonu'na giderdim. Yine altımda kısa pantolon, ayaklarımda tokyo terlik, sırtımda annemin ağabeylerimin gömleklerinden küçültüp diktiği tiril tiril bir gömlek. Sessizce gişeye yaklaşır sıramı bekler, gidiş dönüş bir öğrenci bileti alırdım. Yeşil renkli karton biletin bir tarafında gidiş, diğer tarafında dönüş yazardı. Gişenin camında demir parmaklıklar vardı, hep merak ederdim, meğer hırsızlığa karşı önlemmiş öğrendim yıllar sonra. Ahşap banka oturur trenin gelmesini beklerdim.
Homurdanarak girerdi istasyona
Gelişi benim için büyük bir keyifti. Buharlı kara tren Alsancak'tan kalkardı, tekatü (birbirini kesen iki ayrı tren hattının birleştiği yer) hattına geldiğinde takata tıkıtı, takata tıkıtı sesini Kemer İstasyonu’ndan duyardık. Bir heyecanla bekleşirdik. Görevli tamtamları tıkır tıkır indirmeye başlar, Gaziler Caddesi'nin her iki yanından gelen araçlar sürücüleri sabırla beklerdi. Çok büyük bir araç trafiği de yoktu o zamanlar. Her iki tarafta bekleyen araçlardan bakan sürücülere hava atarcasına gümbür gümbür istasyona bir girişi vardı trenin. Makinist buharı salardı, sanki durmayacakmış gibi geçerdi ve ağır ağır yavaşlayıp demir tekerleklerin raylarla buluşmasıyla çıkan ince bir ses duyulurdu. Yine sessizce binerdim Seydiköy trenine, ahşap koltuklara oturup Meles Çayı'na bakan cam kenarında yerimi alırdım. Hareket amirinden yeşil ışıkla "tamam" işaretini alan makinist, rayların üstünde tekerleklere patinaj çektirerek kalkışını yapardı ve çok kısa sürede hız kazanmak için acele ederdi. Çünkü birkaç dakika içinde Gürçeşme yokuşuna gelecek, hızını ayarlayamazsa büyük bir olasılıkla patinaj hızlanacak ve duracaktı. Genellikle de Gürçeşme yokuşunda sorun yaşamayan makinist yoktur. Seydiköy treni yokuşa geldiğinde homurdanır, şöyle bir silkelenir, patinaj yapardı, tekerlekler boşa dönmeye başlardı. Ateşçi trenden iner, tekerleklerin altına rayların kenarlarını sıkıştırmak için konulan çakıl taşlarından yerleştirmeye başlardı. Beş-altı vagonun altındaki tekerleklerin hemen hepsine çakıl taşı koyardı. Ardından makinist uzun uzun düdüğünü öttürür, hızla patinaj yaparak kalkmaya başlar ve bir anda hızlanırdı. Yokuşu geçtikten sonra rahatlayan tren, tıkır tıkır yoluna devam ederdi. Hemen her bindiğimde benzer durumlar yaşıyordum. Bana öyle bir keyif veriyordu ki. Vagonda biletçinin gelişini beklemek bile heyecanlıydı, kapıdan "Biletler!" diye seslenir, bileti alır, nedense arkasına ve yüzüne şöyle bir bakar, döner bir de benim yüzüme bakar, gidiş tarafına elindeki alet ile bir delik açardı ve sıkı sıkı saklamamı tembihlerdi.
Kurtalan Ekspresi sürprizi
1971 yılında hava astsubayı olan büyük ağabeyimin Bandırma'ya tayini ile mototren ile tanıştım. Bandırma'da kaldığı süre içinde yüzlerce kez gidip geldim Basmane - Bandırma arasında. Ama buharlının yerini hiçbir zaman tutmadı. Sanırım yıllar sonra çok özlemiş olacağım ki, Seydiköy kaçamakları aklıma düşmeye başlamıştı... Bu düşlerle yaşadığım üniversite yıllarında büyük ağabeyimin tayini Diyarbakır'a çıktı... Bu sürpriz tayin bana yeni bir buharlı sevdası daha yaşattı. Şu ünlü Kurtalan Ekspresi'ni hatırlamayan yoktur. Basmane'den hareket eder, Uşak - Afyon - Ankara - Konya - Toroslar - Elazığ - Maden - Diyarbakır ve Kurtalan'a kadar uzanır.
Uyu uyan Afyon
Ağabeyim yerleşir yerleşmez, annem ile birlikte program yaptık. Uzun bir bayram tatili denk gelince buharlıyla yolculuk sevdası yaşama geçirildi. Arife günü 11.00 civarında annemle birlikte Kurtalan Ekspres'in kömür kokan deri koltuklarına kurulduk. Zorlu bir yolculuk bizi bekliyordu. Yıllar sonra buharlı tren ile çok uzun bir yolculuk yapmanın heyecanını yaşıyordum. Tren homurdanarak Basmane'den hareket ettiğinde fotoğraf çekmeye başladım. Afyon'a geldiğimizde gece yarısı olmuştu. Annemin hazırladığı börek, poğaça ne varsa karnımızı doyurduk ve göz kapaklarımız kapanıverdi... Epey bir saat geçtikten sonra uyandığımda istasyona bir göz attım nereye geldik diye, çünkü sabah saat 06.30 olmuştu bile. Gözlerime inanamadım, hala Afyon'da idik... Kemer-Seydiköy arasında yaptığım o kısa yolculuklardan sonra yaşadığım uzun rötar şok etmişti beni! Tam hatırlamıyorum ama sanırım öğleye doğru hareket etmişti Kurtalan Ekspresi. Karşı hattan gelen trenin gecikmesi böyle bir rötara neden olmuştu...
76 saat sonra Diyarbakır
Buharlı lokomotif yollarda özellikle dik yamaçlarda oldukça zorlanıyordu, bu durumda bir takviye daha yapılıyor çift buharlı gidiyorduk ve ilginç olan son vagona bağlanan başka bir buharlı da bizim vagonları itiyordu. Üç buharlı gittiğimiz zamanlar oldu. Bazı istasyonlarda manevralar yapıldı. Zaman kayıpları o kadar çok oluyordu ki, bayramın ikinci gününe geldik ama bir türlü Diyarbakır'a ulaşamadık. Kurtalan, Toroslar'da zorlanınca dizel makinelerin desteği ile gider oldu. Ondan sonra Elazığ, Maden ve Diyarbakır'a kadar hep buharlı tren ile devam ettik. 76 saat süren bir yolculuktan sonra Diyarbakır'a ulaştık. Yollarda o kadar çok durup kalkıyordu ki, o kadar çok rötar yapıyordu ki, pişman olmadım değil. Ama o tarihten sonra bir daha ne buharlı tren gördüm ne de bindim.
Son buharlı, son makinist
Ne zaman ki, Münir Nevin Amca ile tanışana kadar. 80 yaşına merdiven dayamış olan Münir Amca son buharlı trende çalışmış makinistlerden. Günün önemli bir bölümünü hala istasyonlarda geçiriyor, buharlı trenleri çocuğu gibi okşuyor ve seviyor... Yıllarca ateşçilik yapmış, kürek sallamış, kömür atmış buharlıya. Sonra ustalık yılları ve makinistlik. Birlikte Alsancak İstasyonu’ndaki buharlı treni görmek için depoya gittik. Hala çalışır durumdaki buharlıya gözleri dolarak baktı: "Bir çalıştırsam, bir hareket ettirsem, şöyle buharları basa basa, düdüğü öttüre öttüre" dedi. Bu lokomotifin Türkiye'de çalışan tek buharlı olduğunu anlatan Münir Amca’nın anıları arasında pek keyif aldığı öğle yemekleri yer alıyormuş. Durmadan anlatıyor. Küreğin üzerine kuşbaşı doğranmış etleri, soğan ve biber eşliğinde ateşe sürerlermiş. On dakika sonra fırından mis gibi kokular yayarak çıkarırlar, çalışma arkadaşlarıyla birlikte afiyetle yerlermiş. Türkiye'nin demiryolu ağı bulunan hemen her bölgesinde görev aldığını söyleyen Münir Amca son buharlı treni kullanmış ve son buharlı makinisti olarak da emekliye ayrılmış. Yıllar sonra tren ile yine buluşmuş. Bu kez fuarda mini trenin başına geçmiş ve neredeyse on yıl boyunca makinistlik yapmış ve hevesini almış.
Şimdi beş yıldır Ayvalık’ta yaşıyorum. Ayvalık’ın doğasına, adalarına bakarken hep düşünüyorum da, buharlı tren ile bir yolculuk yapmak pek keyifli olur. Ancak zaman bol olacak, yollarda durulacak, fotoğraflar çekilecek, anılar tazelenecek. Ama hep buharlı ile gidilecek; ne bir takviye ne bir mazot kokusu olacak. Buhar kokacak, kömür kokacak, dev tekerlekler patinaj yapacak, istim salacak, düdük ötecek uzun uzun.
Seydiköy heyecanı
Bir tarafı delik bileti kısa pantolonumun cebine iyice saklardım. 10 yaşlarındaydım. Seydiköy'e ulaştığımda istasyona iner, tren vagonlarından adeta bir tören edası ile ayrılan buharlı lokomotifin birkaç yüz metre gidişini, sonra gözden kayboluşunu izlerdim. Birkaç dakika sonra buharlar saçarak dönüş yapar, vagonların bu kez gidiş yönünde ilerler, hat değiştirir ve tekrar vagonlara bağlanır, buharlının dokunmasıyla birlikte vagonlar geriye doğru gider gelirdi. Bu ray değiştirme işini izlerken büyülenirdim, makiniste ve yanında kürek kürek kömür atan ateşçiye hayran olurdum. Tüm bunlar olurken kesinlikle istasyondan ayrılmazdım, başıma bir şey gelir diye çekinirdim. Tren kalkış saatine kadar istasyonda bir ileri bir geri dolaşıp dururdum. Tren dönüşü tamamladıktan sonra vagonlara biner, ahşap koltuklara kurulur, dönüş heyecanını yaşamaya başlardım. Ve en önemlisi anneme bir şeyler uydurmak için pratik yapardım. Bu kaçamakları babam 1970 yılında ani bir kalp krizi sonucu ölene dek yaptım. Ondan sonra sanırım baba gidince bana bir güvensizlik gelmiş olmalı... Bir daha tek başıma tren yolculukları yapmadım…
Kaynak: RSS