Peki, neden bu duygu Türkiye siyasetinin lügatinden tamamen silinmiş gibi görünüyor? Ne zaman hata yapan değil, hatasını inkâr eden alkışlanır oldu? Ne ara “özür dilemek” bir güçsüzlük emaresi gibi algılanmaya başlandı? Bir siyasetçi ekrana çıkıp da “Evet, yanıldım. Bu karar halkıma zarar verdi. Özür dilerim,” dese ne olur? Oy mu kaybeder, yoksa yıllardır özlemini duyduğumuz samimiyeti mi hatırlatır? Bir liderin en güçlü anı, her şey yolundaymış gibi davranması mıdır; yoksa kendi iç sesine kulak verip, halkın karşısına başı önde çıkabildiği an mı? Bugün sokakta bir çocuğun “açız” demesi bile inkârla karşılanıyorsa, bu yalnızca siyasetçilerin değil, toplumun da kendine sorması gereken bir sorudur: Biz ne ara yüzsüzlüğe bu kadar alıştık? Neden artık bir bakanın, bir vekilin, bir belediye başkanının hata karşısında mahcup olmasını beklemiyoruz? Tam tersine, “herkes yapıyor” cümlesine tutunup vicdanımızı rahatlatıyoruz. Bir dönemin siyasetçileri, belki bugünkü kadar etkili iletişim araçlarına sahip değildi ama vicdani iletişim kurabiliyordu. Bülent Ecevit’in “Ne ezilen, ne ezen; insanca, hakça bir düzen” dediği yıllarda halkla kurduğu bağ, bugünkü birçok liderin 10 PR danışmanıyla kuramadığı bağdan daha sahiciydi. O zamanlar hata yapan da, utanan da vardı. Peki şimdi? Şimdi çıkıp bir hata için özür dilemek yerine, algı savaşlarıyla gerçeği çarpıtmak tercih ediliyor. “Milyarlarca lira israf edildi” haberlerine karşılık gelen açıklama, “ülkemizi çekemeyen dış güçlerin oyunu” olabiliyor. Şu soruyu sormak bile lüks hale geldi: Gerçekten utanmıyor musunuz? Mahcup olmak bir eksiklik değil, fazilet. Ve bu fazilet, sadece kişisel bir ahlak meselesi değil; aynı zamanda toplumsal güvenin temel taşıdır. Mahcup olamayan bir siyasetçi, halka karşı sorumluluk hissetmiyor demektir. Peki, halk bu durumda ne hissediyor? Güvensizlik mi? Umutsuzluk mu? Yoksa hepsinden kötüsü, alışmışlık mı? Toplum olarak biz de kendimize sormalıyız: Yöneticilerden utanmalarını talep ediyor muyuz? Yoksa hataları sineye çekip, “daha kötüsü gelmesin” diye mi susuyoruz? Sessizliğimiz, yüzsüzlüğü meşrulaştırmıyor mu? İktidar cephesi kadar muhalefet için de geçerli bu sorular. Kaybedilen seçim sonrası “halk bizi anlamadı” demek kolay; peki siz halkı gerçekten dinlediniz mi? Seçmen güvenini kaybettiğinizde, bir gün olsun “nerede yanlış yaptık?” diye açıkça sordunuz mu? Mahcubiyet, sadece bir iktidar yükümlülüğü değildir; muhalefetin de ahlaki sorumluluğudur. Ve medya… Her gün ekranlarda yüzleri değişmeyen bir grup yorumcunun, apaçık hataları bile “strateji gereği” diyerek savunması, halkın zekâsıyla alay etmek değil midir? Her şeyin normalleştiği bir yerde, mahcubiyet olağanüstü hale gelir. O yüzden soralım: Bu kadar normalin içinde, ne ara utanmak anormallik oldu? Artık sadece dürüst değil, mahcup siyasetçilere ihtiyacımız var. Yaptıkları yanlış karşısında susup geçmeyen, kaçmayan, halkın gözünün içine bakabilen liderlere… Çünkü unutmayalım, mahcubiyet; yalnızca bir suçun değil, bir bilincin, bir sorumluluğun göstergesidir. Ve belki de en önemlisi şu: Hiçbir sistem değişmeden önce mahcup olmayı hatırlamadan iyileşemez. Yeni anayasal düzenlerden, reform paketlerinden, büyük ekonomik dönüşümlerden önce, bu toprakların en çok ihtiyacı olan şey; vicdanıyla baş başa kalabilen, hatasını kabullenebilen, başı önünde siyasetçilerdir. Gerçek dönüşüm, “bir gün özür dileyebilecek cesareti gösteren” bir siyasetçiyle başlar.

Kaynak: RSS