2024 sonlarından itibaren birçok gelişmiş ülke “resesyon riski” ile mücadeleye hazırlanırken, Türkiye farklı bir hikâye yazıyor. Biz hâlâ enflasyonu konuşuyoruz. Üstelik düşmesini değil, artmasını.
Peki neden?
Enflasyon, sadece fiyatların artışı değildir. Aynı zamanda bir beklentidir. Türkiye’de fiyatlama davranışı bozulmuş durumda. Yani işletmeler, maliyet artmasa bile gelecekte artacak korkusuyla fiyat yükseltiyor. Tüketici ise fiyatın daha da yükseleceğine inandığı için “şimdi alayım” refleksiyle harcamaya devam ediyor. Bu durum, talep kaynaklı enflasyonu körüklüyor.
Diğer yandan, para politikası hâlâ güven verici bir çıpaya kavuşabilmiş değil. TCMB’nin 2023 ortasında başlayan sıkılaşma süreci olumlu bir adım olsa da, birikimli etkiler henüz tam anlamıyla görülmüş değil. Krediye erişim hâlâ mümkün, mali disiplin sınırlı, seçim sonrası dönemde beklentiler hâlâ netleşmiş değil. Bu da enflasyon beklentilerini yukarı çekiyor.
Üstelik Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerde kurun istikrarı, enflasyonla mücadelede belirleyici rol oynar. Kurun yukarı yönlü hareket ihtimali, ithalat maliyetlerini artırarak enflasyonu tetikleyebilir. Bu da hem üreticiyi hem tüketiciyi endişelendiriyor.
Dünya yavaşlarken bizim hâlâ ısınmaya devam etmemiz, ekonomimizin küresel konjonktürden ne kadar ayrıştığını gösteriyor. Ancak bu ayrışma bir başarı değil, bir kırılganlık sinyali olabilir. Çünkü yüksek enflasyon; gelir dağılımını bozar, yatırım ortamını belirsizleştirir ve sosyal refahı düşürür.
Bugün Türkiye’de enflasyonun yeniden tırmanışa geçeceği beklentisi sadece ekonomik değil, sosyolojik bir sonuç da doğuruyor: Güven kaybı. Oysa ekonomik istikrarın temeli güvenle inşa edilir. Ve güvenin olduğu yerde beklentiler de, fiyatlar da daha makul seyreder.
Belki de asıl cevap bu soruda gizli: Küresel resesyon riskine rağmen neden hâlâ enflasyonu konuşuyoruz? Çünkü hâlâ güveni konuşamıyoruz.
Kaynak: RSS